-->
Hollywood Animal, sinemanın karanlık arka yüzünü gözler önüne seren, çarpıcı anlatımı ve derinlikli karakterleriyle unutulmaz bir anlatı deneyimi sunuyor.
Video oyunları, sinemanın ihtişamlı dünyasını genellikle parıltılı sahneleriyle ele alır: kırmızı halılar, Oscar törenleri, yıldızlarla dolu partiler… Ancak Hollywood Animal, bu alışılmış bakış açısını yerle bir ediyor. Oyuncuyu sinemanın merkezine, ama bu kez ışıkların arkasındaki karanlık, yozlaşmış ve duygusal anlamda çürümüş bir yapının ortasına atıyor. David Thomson’un aynı isimli romanından ilhamla geliştirilen bu yapım, adeta bir roman okurmuşçasına derin, karanlık ve karakter odaklı bir anlatımla oyuncuyu kendine çekiyor.
Yaklaşık 20 saatlik oyun sürem boyunca hissettiğim tek bir şey vardı: Bu bir oyun değil, bu bir iç hesaplaşma.
Hollywood Animal, oyuncuyu 1950’lerden 1980’lere uzanan bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Ana karakterimiz, Orson Lewis, genç yaşta Avrupa’dan Amerika’ya gelen ve zamanla Hollywood’un perde arkasında bir tür “gölge figür” haline gelen bir yapımcı. Ancak bu bir başarı öyküsü değil. Bu, daha çok sistemin dişlileri arasında ezilen bir adamın, kendini kaybedişinin, insan ilişkilerinin parçalanmasının ve en önemlisi, sinemanın kendisinin yozlaşmasının öyküsü.
Orson’un anlatımı ile ilerleyen oyun, lineer bir yapıya sahip gibi görünse de anlatım teknikleri oldukça katmanlı. Zaman zaman oyuncuya yöneltilen sorularla şekillenen “anı parçaları”, anlatıyı şekillendiriyor. Bu seçimler, sadece diyalogları değil, aynı zamanda karakterlerin hafızalarını ve hatta sahnelerin atmosferini bile değiştirebiliyor. Gözünüzün önünde bir anda değişen bir set dekoru ya da geçmişte yaşanmış bir olayın iki farklı versiyonu, anlatı gücünü doğrudan etkiliyor.
Hollywood’un Altın Çağ’ını romantize etmek yerine, oyunun yaptığı şey; bu dünyanın kimleri nasıl yuttuğunu, kimleri nasıl şekilsizleştirdiğini göstermek. Senaryo, başarı peşinde koşarken tüm değerlerini kaybeden bir adamın hikâyesini anlatırken, bunu sinemaya olan bir aşk mektubu gibi değil; bir ağıt gibi sunuyor.
Hollywood Animal, yüzeyde klasik bir anlatı tabanlı oyun gibi görünebilir. Ancak içinde barındırdığı oynanış unsurları, onu benzerlerinden ayırıyor. Oyuncunun kontrolünde sadece Orson’un yürüyüşü ve seçimleri yok; aynı zamanda anı inşası, montaj kurgusu, hatta geçmişin yeniden düzenlenmesi gibi ilginç interaktif mekanikler de mevcut.
Bir sahnede geçmişte yaşanmış bir olayı yeniden canlandırırken, oyuncuya “Bu böyle mi olmuştu, yoksa başka türlü mü?” gibi sorular yöneltiliyor. Bu sadece hikâyeyi şekillendirmekle kalmıyor, aynı zamanda karakterin ruh hâlini ve vicdani hesaplaşmasını da etkiliyor. Adeta bir “hafıza editörü” gibi davranmak zorundasınız.
Bununla birlikte, zaman zaman film stüdyosundaki süreçlere müdahil olduğumuz kısa yönetmenlik/kurguculuk segmentleri de oldukça etkileyici. Oyuncunun çekilecek bir sahnenin tonunu belirlemesi, oyuncu seçimini yapması ya da bir karakterin motivasyonunu değiştirmesi gibi detaylar, oyunu daha katmanlı hâle getiriyor.
Hollywood Animal’ın grafik tarzı tam anlamıyla sinematografik. Oyunun renk paleti; gri, sepya, soluk sarı ve sisli tonlarla dolu. Yani bu oyunda “ışık” yok, “ışığın yokluğu” var. Her sahne, adeta bir noir filmi gibi çerçevelenmiş. Kameranın konumu, açılar, geçişler ve sahne geçişleri tamamen sinematik bir dile sahip.
Bazı bölümler özellikle çarpıcı: 1950’lerde geçen sahnelerde kullanılan film grenleri, 70’lerdeki sahnelerdeki daha sıcak tonlar ve günümüzü temsil eden soğuk mavi filtreler gibi detaylar, görsel anlatımın ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.
Karakter modellemeleri abartıdan uzak, gerçekçi ama duygusal detayları taşıyacak kadar mimiklere sahip. Gözlerdeki kararsızlık, bir dudak kıvrımıyla gizlenen öfke, ya da sahne ışığında titreyen bir sigara dumanı… Bunlar küçük ama etkili detaylar.
Oyunun ses tasarımı, görselliği kadar etkileyici. Öncelikle seslendirmeler birinci sınıf. Orson karakterine hayat veren aktör, sanki bir belgesel anlatıcısı gibi konuşuyor; duygusuz değil ama dramatize de etmiyor. Gerçeklik ile sahneleme arasında mükemmel bir denge var.
Müzikler ise tam yerinde kullanılıyor. Bazen uzun bir sessizliğin ardından gelen tek bir keman sesiyle titrediğiniz oluyor. 60’ların caz tınıları, 70’lerin endüstriyel dokunuşları, 80’lerin synth havası… Her dönem, müziğiyle kendini belli ediyor. Oyun boyunca sessizlik bile bir anlatım aracı gibi çalışıyor; kalabalığın ortasındaki yalnızlık hissini perçinliyor.
Hollywood Animal, her ne kadar grafiksel olarak hiper-realist bir yaklaşım benimsemese de, teknik anlamda çok stabil bir yapım. Oynadığım süreç boyunca herhangi bir çökme, donma ya da kare düşüşü yaşamadım. Yükleme süreleri oldukça kısa, geçişler akıcı.
Arayüz de oldukça sade. Oyunun sinematik doğasını bozmadan, sadece ihtiyaç duyulan anda ekrana giren menüler ve ikonlarla çalışıyor. Seçim ekranları, karar anları ve geri bildirimler net ve akıcı.
Hollywood Animal yalnızca bir yapımcının hikâyesi değil; aynı zamanda bir sistem eleştirisi. Film endüstrisinin insan öğütme makinesine dönüşmesini, sanatın nasıl metalaştırıldığını, hayallerin nasıl satıldığını yüzümüze çarpıyor. Ve bunu öyle naif, öyle zarif yapıyor ki; oyuncu kendini asla manipüle edilmiş hissetmiyor.
Oyunun sık sık sorduğu bir soru var: “Kendini neye sattın?” Bu soruyu Orson’a soruyor, ama aslında bize yöneltiyor. Kim olduğumuzu, ne uğruna hangi değerlerden vazgeçtiğimizi sorgulatan, etkileyici bir deneyim.